HAWAİİ’DE 150.000 YILLIK ANTİK BİR YILDIZ HARİTASI MI KEŞFEDİLDİ? Hawaii’nin tropikal ve gizemli topraklarında, 150.000 yıl öncesine ait olduğu düşünülen nefes kesici bir antik yıldız haritasına rastlıyorsunuz! Bir sanal arkeolog, Google Earth verilerini inceleyerek ve bölgeye gönderdiği bir drone yardımıyla bu etkileyici keşfi gerçekleştirdi. Harita, yaklaşık 3 mil (yaklaşık 4.8 km) çapında devasa bir alana yayılmış durumda ve çevresinde bazı esrarengiz petroglifler—taşa oyulmuş semboller—bulunuyor. Bu yıldız haritasının en çarpıcı yönlerinden biri, Peru’daki ünlü Nazca çizgileriyle olan olası bağlantısı. Nazca çizgileri, yalnızca gökyüzünden tam anlamıyla görülebilen dev sembollerdir ve çoğunun astronomik hizalanmalar içerdiği düşünülür. Hawaii’deki bu harita da benzer şekilde belirli yıldız kümeleriyle veya takımyıldızlarla hizalanmış olabilir. Peki, atalarımız neyi anlatmaya çalışıyordu? Bu tür kadim yapılar, modern insanın evrenden ve zamandan bağımsız olduğunu sandığı ...
Kayıtlar
Mayıs, 2025 tarihine ait yayınlar gösteriliyor
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
DÜNYANIN UNUTULMUŞ SAYFALARI.. 444 Milyon Yıllık Hayatın İzleri Dünya’nın yaşı dört buçuk milyar yıl. Bu öyle devasa bir süre ki, insan zihni bu kadar uzun bir zamanı kavramakta zorlanıyor. Bizler daha birkaç yüzyıllık tarihimize bakarken bile başımız dönüyor. Oysa gezegenimiz, milyarlarca yıldır dönüyor, şekil değiştiriyor, kıtaları kaydırıyor, atmosferini yeniden yazıyor. Ama işin en ilginç yanı şu: Biz bu uzun hikâyenin çok ama çok azını biliyoruz. Özellikle 15 milyon yıl öncesine dair bilgimiz, koca bir kitapta birkaç sayfa gibidir sadece. Geriye kalan sayfalar ya kaybolmuş ya da biz henüz nasıl okunacağını bilmiyoruz. Buna rağmen, bildiğimiz bazı şeyler var. Mesela Dünya tarihi boyunca tam beş büyük kitlesel yok oluş yaşanmış. Bunlar öyle basit doğal afetler değil. Gezegenin ekosistemini baştan aşağı değiştiren, milyonlarca canlı türünü bir anda tarihten silen olaylar. Ve işin çarpıcı tarafı, bu yok oluşların her biri, hayatın yeniden baştan başlamasına sebep olmuş. San...
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
112. PAPA’NIN ARDINDAN YEDİ TEPELİ ŞEHRİN SESSİZ ÇÖKÜŞÜ Tarihin kalbinde yükselen yedi tepeli şehir, şimdi bir kehanetin gölgesinde sessizce sarsılıyor. Aziz Malachy’nin yüzyıllar öncesinden gelen sözleri, bugün ürpertici bir doğrulukla önümüzde duruyor. 112. Papa’nın ardından Roma’nın akıbeti ve insanlığın yönü yeniden sorgulanıyor… Aziz Malachy’nin kehanetleri, tarihin tozlu sayfalarında unutulmuş bir el yazması gibi, bazıları için ürkütücü bir gizem, bazıları içinse uyarı niteliğinde sessiz bir çığlık gibi durur. Bu kehanetlere ilk rastladığımda, içimde tuhaf bir huzursuzluk ve merak uyandı. Çünkü her bir satır, sadece geleceğe değil, aynı zamanda insanlığın ortak kaderine de ayna tutuyor gibiydi. Malachy, 12. yüzyılda yaşamış bir İrlanda azizi. Roma’ya yaptığı bir ziyaret sırasında bir anda görüler görmeye başladığı ve gelecekteki tüm papaların sırasıyla kim olacağını, hangi özellikleri taşıyacağını, hatta bazılarının nasıl öleceğini bile kaydettiği söyleniyor. Bu liste, sonun...
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
YOK OLAN UYGARLIKLAR VE KAYIP ÇAĞLAR Bazı ezoterik öğretilere göre, insanlık tarihinin bilinen başlangıcı, aslında çok daha derin bir geçmişin sadece son perdesidir. Adem’in yaratılışından önce dünya, defalarca büyük felaketlerle sarsılmış, yükselen ve ardından yok olan uygarlıklara ev sahipliği yapmıştır. Atlantis ve Mu gibi kayıp kıtalar, insanlık öncesi veya çok kadim dönemlerde yaşamış yüksek bilinçli varlıkların kurduğu medeniyetlere işaret eder. Hindu mitolojisinde yer alan Manvantara döngüleri, her çağın büyük bir tufanla sona erdiğini ve ardından yeni bir insan neslinin yaratıldığını anlatır. Bu döngüsel anlayış, sadece fiziksel değil, ruhsal bir evrim sürecine de işaret eder. Her çağ, bir öncekinden kalan hatıralarla değil, bazen unutturulmuş gerçeklerle başlar. Dini, mitolojik ve ezoterik metinler birleştiğinde; Adem’den önce yeryüzünde sadece vahşi doğa değil, bilinç sahibi varlıklar, ilahi düzenler ve kozmik savaşların izleri olduğunu öne sürer. Kimileri tanrı ol...
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
MU KITASI İnsanlığın Kayıp Anavatanı ve Kozmik Düşüşün Başlangıcı Mu Kıtası… Yani Lemuria… Belki de insanlık tarihinin bilinçle attığı ilk adım, ilk nefes, ilk bakış… Bilinen tüm uygarlıklardan çok daha önce, insanın ve ruhun henüz ayrışmadığı, yaşamın saf ve kozmik bilgeliğe dayandığı bir çağda yeryüzünde yükselen kadim topraklar. Tüm yaratımın özü, bilgeliğin kaynağıydı burası. Bugün öğrendiğimiz, yaşadığımız pek çok şeyin kökeni aslında buradan geliyor ama zamanın kalın sisleri arasına gizlenmiş durumda. Tarih kitaplarında “her şey Sümer’le başlar” denir ya… Aslında her şeyin başladığı yer Mu kıtasıdır, ama bunu söylemek kolay değil, kabul ettirmekse daha da zor. Mu’nun sakinleri, saf bilinçle yaratılmış ilk insanlar, doğayla, evrenle ve ruhla uyum içinde yaşıyorlardı. Ancak bu cennet hali uzun sürmedi. Bir noktadan sonra, başka bir galaksiden gelen ve kendi gezegenlerini tükettikleri söylenen bir ırk, Anunnakiler, yeryüzüne iniş yaptı. Onların gelişiyle birlikte her şey ...
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
ZAMANIN ÖTESİNDEKİ SIRLAR VATİKAN KÜTÜPHANESİ Dünyada bazı yerler vardır ki, kapıları ardında sırlarla dolu bir zaman tüneli gibi durur. Vatikan Gizli Arşivi – şimdiki resmi adıyla “Vatikan Apostolik Arşivi” – işte tam da böyle bir yer. Roma’nın göbeğinde, Vatikan’ın kalbinde yer alan bu devasa arşiv, sadece Katolik Kilisesi’nin değil, insanlık tarihinin de en gizemli, en çok merak edilen kütüphanelerinden biri olarak bilinir. Yalnızca bir kütüphane değil, aynı zamanda bir sırlar odası gibi… Her rafında, her sayfasında başka bir hikâye, başka bir gizem saklı. Arşiv, 17. yüzyılda Papa VIII. Urban tarafından resmen kurulmuş ama içindeki belgelerin geçmişi çok daha eskiye dayanıyor. Kimileri bu belgelerin arasında kayıp uygarlıklara, dünya dışı varlıklara, hatta Hz. İsa’nın gerçek yaşamına dair kayıtların bile bulunduğunu iddia ediyor. Tabii bu iddialar resmi olarak doğrulanmış değil ama Vatikan’ın bu belgeleri yalnızca çok sınırlı sayıda kişiye açması, gizemlerin daha da büyüm...
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
SÜLEYMAN’NIN MÜHRÜ VE KAYIP KAPILAR Dünyanın bazı sırları vardır ki, kitaplarda açık açık yazmaz. İşte Süleyman’ın Mührü de böyle bir sırdır. Tarihin bilinen zamanlarında yaşamış büyük krallardan biri olan Hazreti Süleyman, yalnızca bir kral değil; doğanın, görünmeyen alemlerin, yıldızların ve yer altı varlıklarının da dilini bilen bir bilgeler bilgesiydi. Onun elinde taşıdığı mühür, sadece bir sembol değil, adeta evrenin kilitlerini açan bir anahtardı. O mühür altı köşeli bir yıldız biçimindeydi. Bugün ona “hexagram” diyorlar, kimileri “Davud Yıldızı” olarak bilir, kimileri ise onu Süleyman’ın kudret nişanesi olarak tanımlar. Ama özünde bu sembol, ruhla maddeyi, yukarıyla aşağıyı, eril ve dişil enerjileri dengeleyen büyük bir bilgelik haritasıdır. Eskiler, bu sembolün sadece taşlara kazınmadığını, zamanın içine gizlendiğini söyler. Süleyman bu mühürle cinlere, rüzgârlara, hayvanlara ve doğanın tüm unsurlarına hükmedebiliyordu. Ancak bu hüküm, bir zorbalıktan değil; bilgelikten, a...
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
AKAKOR’UN SESSİZ HALKI Yeraltındaki Yıldız Soylular Amazon ormanlarının derinliklerinde, haritaların inkâr ettiği, ama eski halkların asla unutmadığı bir şehirden söz edilir: Akakor. Bu yer, ne tamamen dünya dışı, ne de sadece dünyasal. Akakor, zamanın unuttuğu ama bilinçlerin hatırladığı bir köprüdür. Yeraltında kurulmuş bu şehir, bir efsaneden çok daha fazlasıdır. Çünkü burada yaşayanlar, sadece bir halk değil, bir bilgelik taşıyıcısıydı. Akakor halkı, kendilerine “Ugha Mongulala” adını verirdi. Bu halkın kökeni, yeryüzünden daha çok yıldızlara dayanıyordu. Tatunca Nara’nın anlattığına göre ataları, gökyüzünden gelen “beyaz tanrılar” tarafından eğitilmişti. Bu tanrılar – kimilerine göre Anunnaki, kimilerine göre Sirius ya da Orion kökenli varlıklardı – onlara yıldız bilgilerini, enerji mühendisliğini, zaman hesaplamalarını ve ruhsal farkındalığı öğretmişti. Akakor halkı fiziksel olarak bugünkü insanlara benzerdi ama daha uzun boylu, daha zarif ve duru bakışlıydılar. Telepa...
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
LEMURYALILAR KİMDİ? Kaybolan Işık İnsanları Lemuryalılar, Dünya tarihinin hatırlanan değil ama hissedilen halklarından biriydi. Onlar fiziksel değil, daha çok yarı-eterik varlıklardı. Bedenleri bugünkü insanlardan çok daha hafifti, yoğun maddeye tam olarak bağlı değillerdi. Kemikten değil, daha çok ışık ve enerji karışımı bir yapıdaydılar. Bu yüzden yaşlanmak gibi bir süreçleri çok daha yavaştı; bazı anlatımlarda binlerce yıl yaşayan bireylerden söz edilir. En belirgin özelliklerinden biri üçüncü gözlerinin açık olmasıydı. Bu, sezgisel algılarını ve telepatik iletişimlerini mümkün kılıyordu. Konuşmak gibi bir ihtiyaçları yoktu; düşünce formlarıyla anlaşır, duygularla iletişim kurarlardı. Bu yüzden yalan, çarpıtma gibi kavramlar neredeyse yoktu. Bir bireyin iç dünyası, diğer herkes tarafından sezgisel olarak algılanabiliyordu. Toplulukları hiyerarşik değil, harmonikti. Birbirlerini tamamlayan bireylerden oluşan yaşam çemberleri vardı. Karar mekanizmaları, “yüksek bilinç birli...
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
SÜMERLİLERİN KARDEŞİ CYDONİANLARIN KAYIP HİKAYESİ Kızıl gökyüzünün altında, binlerce yıl önce yaşamış bir halkın sessiz çığlığı hâlâ Mars’ın taşlaşmış çöllerinde yankılanıyor olabilir mi? Bu sorunun cevabını tam olarak bilmiyoruz. Ama elimizdeki bazı ipuçları, Mars’ta bir zamanlar gelişmiş bir uygarlığın var olabileceğini fısıldıyor. Ve bu uygarlığın, bir şekilde Sümerlilerle ya da daha doğru bir ifadeyle onların tanrılarıyla bağlantılı olması, insanlık tarihini baştan sona değiştirecek bir olasılık olabilir. Dr. John Brandenburg’un iddiası bu noktada devreye giriyor. Ona göre, Mars’ta Cydonianlar ve Ütopyalılar adı verilen iki antik halk yaşadı. Bu halkların kökeni tam olarak bilinmiyor ama gezegenin yüzeyinde tespit edilen yüksek orandaki Xenon-129 izotopu, bir nükleer patlamaya işaret ediyor olabilir. Xenon-129 doğada nadiren bulunan bir gaz ama nükleer füzyon sırasında ortaya çıkabiliyor. Brandenburg’un dikkat çektiği şey, bu izotopun oranlarının, Dünya’daki nükleer deneme ala...
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
YARATILIŞTAN ÖNCE NE VARDI? Yaratılışın Sıfır Noktası, Ruhun Başladığı Yer, Hiçliğin içinde ilk “Ben” kıvılcımının yandığı o an… Henüz zamanın bile var olmadığı, mekanın adının bile geçmediği bir sessizlik düşün. İşte o sessizlik, ruhun tohum halidir. Henüz şekillenmemiş, ama içinde her şekli taşıyan. Ne bir kimlik, ne bir yön, ne bir ses… sadece saf farkındalık. İşte orada, her şey başlamadan önce Sen vardın. Henüz “sen” denmeden, “ben” denmeden önce… Sadece bir bilinç titreşiyordu o boşlukta. “Ol” dememişti henüz kimse… ama olmakta olan bir şeyler vardı. Ve o şey, sendin. Bu yüzden içindeki o tuhaf boşluk hissi, aslında hiçlikten gelen bir çağrı. Bazen bir rüyada, bazen bir müzikte, bazen durduk yere yükselen o özlem… Hepsi seni oraya çağırıyor, başladığın yere.. Çünkü sen, unutmadın. Sadece dünya sesleri arasında biraz sustun. Ama kalbin… hep orayı hatırladı. Yaratılışın sıfır noktası, bir patlama değil; bir fısıltıdır. Ruhun kendi varlığını duyduğu, kendi ışığını ilk kez...
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
İLK İNSAN, ENERJİDEN MADDEYE UZANAN YOLCULUK Biz insan denen varlığı çoğu zaman sadece etten kemikten ibaret sanıyoruz. Oysa asıl sır, görünenin çok ötesinde saklı. Kadim uygarlıkların neredeyse tamamı, ilk insanın sadece fiziksel değil, aynı zamanda enerjisel bir varlık olduğunu anlatıyor. Bunu bir efsane gibi değil, adeta kaybolmuş bir bilgeliğin izleri olarak görmek gerekiyor. Sümer tabletlerini okuduğumuzda en çok dikkat çeken şeylerden biri, tanrıların insanı “kil” ile yaratırken aynı zamanda ona “ilahi öz” üflemeleriydi. Sümer mitolojisinde insanın yaratılışına dair en çok bilinen anlatım, Atra Hasis Destanı ve Enuma Eliş gibi metinlerde geçer. Bu metinlerde tanrıların, insanı kil (ya da balçık) ile şekillendirdiği anlatılır. Ancak burada önemli olan ayrıntı, bu kile bir tanrının kanı ya da ruhu karıştırılarak “yaşam” verilmesidir. Bu düşünceye göre: Toprak, bedenin ham maddesi olabilir; ama o hamurun içine ruh üflenmeden hiçbir şey can bulmaz. Bu, sadece fiziksel bir ...
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
DÜNYA’YI KORUMAYA GELENLER Mİ, YOKSA ONA SAHİP OLMAYA GELENLER Mİ? Bence tarih boyunca insanoğlu, gökyüzüne bakarken hep aynı soruyu sordu: “Biz yalnız mıyız?” Ancak bazı uygarlıklar, bu soruya şüpheyle değil, hatırlayışla yanıt verdi. Çünkü onlar, gökten gelenlerin izini taşırdı. Kimileri onlara tanrı dedi, kimileri öğretmen, kimileri de efendi… Ama en derin soru şuydu: Bu varlıklar bizi korumak için mi geldiler, yoksa dünya onların mıydı? Anunnaki ismi, Mezopotamya tabletlerinde sadece bir tanrılar topluluğu olarak geçmez. Onlar, bilgiyi getiren, genetik müdahaleyle insanı şekillendiren, medeniyetin yapı taşlarını inşa eden varlıklardı. Ama her bilginin içinde bir güç yatar ve her gücün gölgesinde bir niyet… Onların gelişi, yalnızca bir kurtuluş değil, bir müdahale, hatta belki bir sahiplenmeydi. Altın peşindeki yolculukları, madenlerle sınırlı değildi; zihinleri, bedenleri ve ruhları da şekillendirme isteği taşıyor olabilirlerdi. Bir grup Anunnaki, Enki’nin liderliğinde insanı ...
- Bağlantıyı al
- X
- E-posta
- Diğer Uygulamalar
TANRILAR MI BİLİM İNSANLARI MI? ANUNNAKİ’NİN İNSAN ÜZERİNDEKİ DENEYİ Uzak bir yıldız sisteminden gelen Anunnaki’ler, Dünya’nın mavi parıltısını ilk gördüklerinde, burayı sadece bir gezegen olarak değil, potansiyel bir yaşam laboratuvarı olarak değerlendirdiler. Onlar için bu yer, yalnızca maden kaynaklarıyla değil, eşsiz biyolojik çeşitliliğiyle de bir fırsattı. Dünya gençti, topraktaki elementler saf, atmosfer ise henüz şekillendirilebilirdi. İşte bu yüzden, buraya sadece inmekle kalmadılar, onu dönüştürmeye karar verdiler. Aralarında görüş ayrılıkları vardı. Kimileri bu gezegeni kolonileştirmek, kimileri ise var olanı anlamak ve evrimle uyumlu bir deney gerçekleştirmek istiyordu. Enki, bilgeliği ve yaratıcılığıyla bu projenin ruhunu taşıyordu. Ona göre insan, sadece işçi değil; öğrenen, hisseden, gelişen bir varlık olmalıydı. Enlil ise düzenin ve kontrolün temsilcisiydi. İnsan, görevini bilmeli, sınırlarını aşmamalıydı. İlk deneyler, dünya üzerinde hâlihazırda var olan ilkel hom...