MU KITASI
İnsanlığın Kayıp Anavatanı ve Kozmik Düşüşün Başlangıcı
Mu Kıtası… Yani Lemuria… Belki de insanlık tarihinin bilinçle attığı ilk adım, ilk nefes, ilk bakış… Bilinen tüm uygarlıklardan çok daha önce, insanın ve ruhun henüz ayrışmadığı, yaşamın saf ve kozmik bilgeliğe dayandığı bir çağda yeryüzünde yükselen kadim topraklar. Tüm yaratımın özü, bilgeliğin kaynağıydı burası. Bugün öğrendiğimiz, yaşadığımız pek çok şeyin kökeni aslında buradan geliyor ama zamanın kalın sisleri arasına gizlenmiş durumda. Tarih kitaplarında “her şey Sümer’le başlar” denir ya… Aslında her şeyin başladığı yer Mu kıtasıdır, ama bunu söylemek kolay değil, kabul ettirmekse daha da zor.
Mu’nun sakinleri, saf bilinçle yaratılmış ilk insanlar, doğayla, evrenle ve ruhla uyum içinde yaşıyorlardı. Ancak bu cennet hali uzun sürmedi. Bir noktadan sonra, başka bir galaksiden gelen ve kendi gezegenlerini tükettikleri söylenen bir ırk, Anunnakiler, yeryüzüne iniş yaptı. Onların gelişiyle birlikte her şey değişmeye başladı. Genetik mühendislik ve klonlama gibi ileri tekniklerle yeni insan formları yarattılar. Ancak bu varlıklar, ruhsal saflık taşımayan, biyolojik olarak yaratılmış bedenlerdi. Bir kısmı, mevcut insanlarla melezlendi. Özellikle Afrika’daki altın madenlerinde çalıştırılmak üzere yaratılan ırkla karışan bu genetik karışım, Lemurya halkının ilk temelini oluşturdu.
Yaklaşık 35.000 yıl sonra, başka bir kıtada Atlantis medeniyeti kurulmaya başlandı. Mu ise çok daha öncesine dayanıyordu; 50.000 yıl öncesine uzanan bir geçmişi vardı. Ancak bu gelişmiş, ancak ruhsal olarak toy uygarlık, zamanla Anunnaki ırkının hâkimiyeti altına girdi. Onlar çok güçlü teknolojilere sahipti ve kendilerini “tanrı” ilan etmişlerdi. Bu durum, kutsal metinlerde bile kendini gösteriyor. Tevrat’ın Genesis bölümünde geçen “Başlangıçta yeryüzünde Nefilimler vardı” ifadesiyle anlatılan, işte bu varlıkların dünyaya iniş hikayesiydi. Aynı anlatım, Babil’in Enuma Eliş metinlerinde de daha detaylı yer alır.
Alulu adında, kendi galaksisindeki savaşta mağlup olmuş bir krallarından biri, Dünya’ya gelmişti. Bu varlıkların bir kısmı insan kadınlarla evlenmek istedi. Ancak bu birleşme doğaya uygun değildi. İnsan kadınlar doğum sırasında yaşamlarını yitiriyordu çünkü bu varlıklar devasa boyutlardaydı. Mitolojide “devler”, “Titanlar” olarak anılan işte bu varlıklardı.
Bugünkü insan soyunda bile üç temel genetik iz var: sürüngen, yılan ve maymun. Maymun geni, Mu ve Atlantis’in çöküşünden sonra yeniden insan yaratmak için kullanılan genetik bir temel olmuştu. Homo Sapiens’in doğuş hikayesi, belki de tam da burada başlıyordu.
Tarihsel veriler, Atlantis’in yaklaşık 11.500 yıl önce battığını söylüyor. Manetho’nun papirüslerinde ise Atlantisli bilgelerin 13.900 yıl hüküm sürdüğü belirtiliyor. İki tarihi birleştirince, Atlantis’in 25.000 yıl önce krallar tarafından yönetilmeye başlandığını anlıyoruz. İlk Atlantis kralı hükümranlığına 25.400 yıl önce başlamıştı. Ondan da önce, ilk Mayax kralı 34.000 yıl önce hükmetmişti. Mayax ile Mu arasında da benzer bir zaman farkı vardı, yani Mu’nun en az 50.000 yıl önce en parlak dönemini yaşadığı oldukça açık.
Mu’ya yerleşen Alulu ırkı, buradaki halkla kaynaştı ve yüksek bir medeniyet kurdular. Bu uygarlığın izleri, bugün hâlâ araştırılıyor. James Churchward’un “Kayıp Kıta Mu” ve “Kayıp Kıta Mu’nun Çocukları” kitaplarında bu kadim medeniyetin detaylarını bulmak mümkün. Konunun en dikkat çeken noktalarından biri de, bu kitapların Atatürk’ün ilgisini çekmiş olması. Araştırmalar, Uygur Türklerinin Mu’dan gelen soyun günümüzdeki temsilcileri olduğunu ortaya koyuyor. Churchward, göçlerin Orta Asya’dan geldiğini ve Türklerin pek çok ırkın atası olduğunu ileri sürüyor.
Elde kalan yazıtlar – Lhasa belgesi, Paskalya Adası tabletleri, Troano el yazması gibi – Mu’nun doğasını gözler önüne seriyor. Tropik bir iklime sahip, geniş düzlükleri, vadileri ve bereketli toprakları olan bir ülke burası. Henüz dağlar yer altından yükselmemiş, ufuklar yumuşak hatlarla çevriliymiş. Bu kıtada yaklaşık 64 milyon insan huzur ve refah içinde yaşıyordu. On kabileden oluşan halk, tek bir hükümet altında birleşmişti. Bu halk, Ra Mu adını verdikleri bir lideri seçmişti; hem dini hem siyasi liderdi bu kişi. İmparatorluk “Güneş İmparatorluğu” olarak anılıyordu. Tek bir tanrıya inanıyorlardı, ruhun ölümsüzlüğüne, ve her şeyin kaynağına tekrar döneceğine…
Mu’da baskın ırk beyaz tenliydi. Yumuşak bakışlı, düz siyah saçlı, iri koyu gözlü ve son derece zarif insanlardı. Diğer renklerden ırklar da vardı elbette, ancak yönetici sınıf beyaz ırktan oluşuyordu. Mu halkı çok iyi denizcilerdi, doğudan batıya, kuzeyden güneye yolculuk yaparlardı. Mimaride çok ileriydiler; dev taş yapılar, mabetler ve saraylar inşa etmişlerdi. Anıt olarak dikilen yekpare taşları işlemekte ustaydılar. Troano belgesi, Hintli tarihçi Valmiki’nin yazdıkları ve daha pek çok kaynak, bu kadim uygarlığın izlerini bugüne taşıyor.
Mu’nun batışıyla birlikte her şey değişti. Ama bu kıtanın bilgeliği, hala toprağın, yıldızların ve insanlığın ortak hafızasında bir yerlerde saklı. Ve belki de zamanı geldiğinde yeniden hatırlanacak…
Yazan Hazal Merisana
#anunnakisümertanrıları
Yorumlar
Yorum Gönder